bulgaristanın 3. büyük şehri.
(bkz: yalnızlık senfonisi)
senfonileri çalacak biçimde düzenlenmiş, üflemeli, telli, yaylı ve vurmalı çalgılardan oluşan büyük orkestra.
(bkz: senfoni orkestrası)
(bkz: dokuzuncu senfoni)
orkestra için bestelenmiş, birkaç bölümden oluşan uzun müzik eseri.
hekimoğlu türküsü’nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen aynalı martin in özelliği şudur:hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. çatışmaya girdiğinde, bu aynayı düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor.
bu yüzden hekimoğlu’nun adı aynalı martinle özdeşleşmiştir.
kaynak: mehmet bayrak
bu yüzden hekimoğlu’nun adı aynalı martinle özdeşleşmiştir.
kaynak: mehmet bayrak
(bkz: hekimoğlu)
fatsa yöresinden bir türküdür:
hekimoğlu derler benim aslıma
aynalı martin yaptırdım da (narinim) kendi neslime.
hekim oğlu derler bir ufak uşak,
bir omuzdan bir omuza (narinim) on arma fişek.
bugün günlerden pazardır pazar,
çitlice muhtarı (narinim),puştluklar düzer
ünye fatsa arası,ordu da kuruldu,
hekimoğlu dediğin de (narinim) o da vuruldu.
konaklar yaptırdım döşetemedim,
ünye fatsa bir oldu da(narinim) başedemedim.
konaklar yaptırdım mermer direkli,
hekimoğlu dediğin de (narinim) aslan yürekli.
bahçearmut dibinde kaymak yedin mi,
hekimoğlu’nu görünce (narinim) budur dedin mi...
hekimoğlu ibrahim, fatsa’da 1900’lü yıllarda 1293 (1876) harbi muhacirlerinden gürcü sefer ağa’nın değirmeninde çalışmaktadır.
sefer ağa’nın fadime adında güzel ve narin bir kızı vardır. bir gün hekimoğlu ile fadime konuşurken fadime’nin nişanlısı olarak bilinen gürcü beyi seyyid ağa’nın yeğeni yusuf onları görür ve bu konuşmaya başka bir mana vererek hekimoğlu’nu seyyid ağa’ya ihbar eder.
bu konuyu görüşmek için seyyid ağa’nın evine çağrılan hekimoğlu, burada kendisini vurmak için silahına davranan yusuf’u daha atik davranarak öldürür.
yeğeni öldürülen seyyid ağa’nın ve muhacirlerin kendisinden intikam alacağını bilen hekimoğlu soluğu dağda alır. dağa çıktıktan sonra kendisine yeğenleri büyük ve küçük mehmet ile çocukluk arkadaşı gedik halil katılır.
bir süre sonra gürcü seyyid ağa ile hekimoğlu’nun kan davası etnik bir kavgaya dönüşmüştür. ünye ahalisinden müderris yusuf ve on beş imzalı kanûn-ı evvel 1324 (15 aralık 1908) tarihli, dahiliye nezâreti’ne (içişleri bakanlığı) çekilen telgrafnamede hekimoğlu’nun şekaveti yüzünden gürcüler’le türkler arasında meydana gelebilecek bir kanlı çarpışma tehlikesinden bahsedilmekteydi. böylece hekimoğlu, gürcü muhacirlerin hasmı durumuna geldi, gürcüler’e karşı türkler’i kollayan ve koruyan bir kişi olarak tanındı.
hekimoğlu, kendisini ele geçirmeye çalışan muhacirlerden tahmasoğlu hulûsi ağa’yı da bir çatışma sırasında adeta kendisiyle bütünleşen “aynalı martiniyle” tek kurşunla vurarak öldürünce daha da ünlendi.
seyyid ağa’nın yeğenini öldüren hekimoğlu’nun muhacirlerin baskısıyla jandarma ve gönüllüler tarafından takibine çıkıldı ve tenkiline çalışıldı. ancak, hekimoğlu kendisini ele geçirmeye çalışan kuvvetleri epeyce meşgul ederek kendisini yakalatmamayı uzun süre başardı. yine genel kabul gören görüşlere göre bunun da sebebi hekimoğlu’nun ırza, namusa çok düşkün, ahlaklı bir kimse olması, bir de kendisine yardım eden ve barınma imkanı veren türk köylerinin bulunmasıydı.
devlet’ten afv talebinde bulunan hekimoğlu’na “mezkûr kanûnun oraca tatbîkini icâb edecek ihtiyâc-ı hakîkî mevcûd olmadığı” gerekçesiyle afv talebi kabul görmedi.
hekimoğlu ibrahim’in af talebinin sivas vilayeti idarecilerinin gündeminden hiç düşmediği anlaşılmaktadır. bu husustaki yazışmalar neticesinde nihayet, hekimoğlu’nun affıyla ilgili olarak beklenen şûrâ-yi devlet kararı “sû’-i sirâyeti mûceb” gerekçesiyle ikinci kere de kabul edilmemişti.
canik mutasarrıfı necmî bey imzasıyla dâhiliye nezâreti’ne çekilen 14 nisan 1329 (27nisan 1913) tarihli telgrafa göre, hekimoğlu 13 nisan 1329 (26 nisan 1913) gecesi sekiz saat süren bir çarpışma sonunda kendi köyü olan yassıtaş’ta vurularak öldürülmüştür.
üç ayı aşkın bir zamandan beri müfrezeye kılavuzluk ederek hekimoğlu’nun ele geçirilmesinde hizmetleri görülenler ise fatsa’nın sâca7 köyünden keşişoğulları’ndan todor ve yorika isimli iki şahıstır. canik mutasarrıflığı, fatsa kaymakamlığının teklifi üzerine hekimoğlu’nu ölü ele geçiren şâkir onbaşı ve dokuz nefer ile kılavuzluk yapan todor ve yorika’nın münasip bir miktar para ile taltifini dâhiliye nezâreti’nden talep etmiştir.
uzun yıllar fatsa, ordu, tokat, niksar, samsun dağlarında hüküm süren, halk arasında mertliği, yiğitliği ve yardımseverliğiyle şöhret yapan, yöre halkı “ahâlî-yi kadîme” tarafından sevilen hekimoğlu’nun vurularak öldürülmesi üzerine bir türkü yakılmış ve yakılan türkü dilden dile söylenerek bugüne kadar gelmiş ve radyo repertuarına da girmiştir.
*yaşar celep, "orta karadeniz’de bir halk kahramanı: hekimoğlu" başlıklı yazısından alınmıştır>
hekimoğlu derler benim aslıma
aynalı martin yaptırdım da (narinim) kendi neslime.
hekim oğlu derler bir ufak uşak,
bir omuzdan bir omuza (narinim) on arma fişek.
bugün günlerden pazardır pazar,
çitlice muhtarı (narinim),puştluklar düzer
ünye fatsa arası,ordu da kuruldu,
hekimoğlu dediğin de (narinim) o da vuruldu.
konaklar yaptırdım döşetemedim,
ünye fatsa bir oldu da(narinim) başedemedim.
konaklar yaptırdım mermer direkli,
hekimoğlu dediğin de (narinim) aslan yürekli.
bahçearmut dibinde kaymak yedin mi,
hekimoğlu’nu görünce (narinim) budur dedin mi...
hekimoğlu ibrahim, fatsa’da 1900’lü yıllarda 1293 (1876) harbi muhacirlerinden gürcü sefer ağa’nın değirmeninde çalışmaktadır.
sefer ağa’nın fadime adında güzel ve narin bir kızı vardır. bir gün hekimoğlu ile fadime konuşurken fadime’nin nişanlısı olarak bilinen gürcü beyi seyyid ağa’nın yeğeni yusuf onları görür ve bu konuşmaya başka bir mana vererek hekimoğlu’nu seyyid ağa’ya ihbar eder.
bu konuyu görüşmek için seyyid ağa’nın evine çağrılan hekimoğlu, burada kendisini vurmak için silahına davranan yusuf’u daha atik davranarak öldürür.
yeğeni öldürülen seyyid ağa’nın ve muhacirlerin kendisinden intikam alacağını bilen hekimoğlu soluğu dağda alır. dağa çıktıktan sonra kendisine yeğenleri büyük ve küçük mehmet ile çocukluk arkadaşı gedik halil katılır.
bir süre sonra gürcü seyyid ağa ile hekimoğlu’nun kan davası etnik bir kavgaya dönüşmüştür. ünye ahalisinden müderris yusuf ve on beş imzalı kanûn-ı evvel 1324 (15 aralık 1908) tarihli, dahiliye nezâreti’ne (içişleri bakanlığı) çekilen telgrafnamede hekimoğlu’nun şekaveti yüzünden gürcüler’le türkler arasında meydana gelebilecek bir kanlı çarpışma tehlikesinden bahsedilmekteydi. böylece hekimoğlu, gürcü muhacirlerin hasmı durumuna geldi, gürcüler’e karşı türkler’i kollayan ve koruyan bir kişi olarak tanındı.
hekimoğlu, kendisini ele geçirmeye çalışan muhacirlerden tahmasoğlu hulûsi ağa’yı da bir çatışma sırasında adeta kendisiyle bütünleşen “aynalı martiniyle” tek kurşunla vurarak öldürünce daha da ünlendi.
seyyid ağa’nın yeğenini öldüren hekimoğlu’nun muhacirlerin baskısıyla jandarma ve gönüllüler tarafından takibine çıkıldı ve tenkiline çalışıldı. ancak, hekimoğlu kendisini ele geçirmeye çalışan kuvvetleri epeyce meşgul ederek kendisini yakalatmamayı uzun süre başardı. yine genel kabul gören görüşlere göre bunun da sebebi hekimoğlu’nun ırza, namusa çok düşkün, ahlaklı bir kimse olması, bir de kendisine yardım eden ve barınma imkanı veren türk köylerinin bulunmasıydı.
devlet’ten afv talebinde bulunan hekimoğlu’na “mezkûr kanûnun oraca tatbîkini icâb edecek ihtiyâc-ı hakîkî mevcûd olmadığı” gerekçesiyle afv talebi kabul görmedi.
hekimoğlu ibrahim’in af talebinin sivas vilayeti idarecilerinin gündeminden hiç düşmediği anlaşılmaktadır. bu husustaki yazışmalar neticesinde nihayet, hekimoğlu’nun affıyla ilgili olarak beklenen şûrâ-yi devlet kararı “sû’-i sirâyeti mûceb” gerekçesiyle ikinci kere de kabul edilmemişti.
canik mutasarrıfı necmî bey imzasıyla dâhiliye nezâreti’ne çekilen 14 nisan 1329 (27nisan 1913) tarihli telgrafa göre, hekimoğlu 13 nisan 1329 (26 nisan 1913) gecesi sekiz saat süren bir çarpışma sonunda kendi köyü olan yassıtaş’ta vurularak öldürülmüştür.
üç ayı aşkın bir zamandan beri müfrezeye kılavuzluk ederek hekimoğlu’nun ele geçirilmesinde hizmetleri görülenler ise fatsa’nın sâca7 köyünden keşişoğulları’ndan todor ve yorika isimli iki şahıstır. canik mutasarrıflığı, fatsa kaymakamlığının teklifi üzerine hekimoğlu’nu ölü ele geçiren şâkir onbaşı ve dokuz nefer ile kılavuzluk yapan todor ve yorika’nın münasip bir miktar para ile taltifini dâhiliye nezâreti’nden talep etmiştir.
uzun yıllar fatsa, ordu, tokat, niksar, samsun dağlarında hüküm süren, halk arasında mertliği, yiğitliği ve yardımseverliğiyle şöhret yapan, yöre halkı “ahâlî-yi kadîme” tarafından sevilen hekimoğlu’nun vurularak öldürülmesi üzerine bir türkü yakılmış ve yakılan türkü dilden dile söylenerek bugüne kadar gelmiş ve radyo repertuarına da girmiştir.
*yaşar celep, "orta karadeniz’de bir halk kahramanı: hekimoğlu" başlıklı yazısından alınmıştır>
(bkz: hekimoğlu türküsü)
(bkz: o şimdi asker)
(bkz: ikinci yeni)
hazırlıklarına 1949 yılı sonlarında, “eski şiirimizden, millî kültür ve edebiyatımızdan kopmadan yeni ve güzel bir şiir sergilemek, o yıllarda şiirimizi çıkmaza sokanlara ve yozlaştıranlara karşı çıkmak ve tavır almak” parolasıyla başlanan hisar dergisi, ilk sayısını 16 mart 1950’de yayımlamıştır. yayın hayatı iki döneme ayrılmış, birinci yayın döneminde (ocak 1957’ye kadar) 75; ikinci yayın döneminde de (ocak 1964’ten aralık 1980’e kadar) 202 olmak üzere toplam 277 sayı çıkmıştır.
hisarcılar, derginin ilk sayısında yayımlanacak bir bildiriyle “neler yapacaklarını açıklamak” yerine, zaman içerisinde “neler yapacaklarını gösterme”nin daha doğru olacağına inanmışlardır. 26 aralık 1966’da ankara radyosu’nca hazırlanan bir programda derginin sanat anlayışını ve belli başlı ilkelerini ortaya koyan açıklama, derginin kuruluşundan 17 yıl sonra yapılmıştır. hisar’ın kuruluşunun, sorunlarının, dil anlayışının ve sanat ilkelerinin tanıtıldığı programa dergiyi temsilen munis faik ozansoy, mehmet çınarlı, ilhan geçer, mustafa necati karaer, gültekin samanoğlu ve nevzat yalçın katılmışlardır.
“radyoda hisar saati” programında açıklanan bu ilkeler, daha sonra hisar dergisinin 113. ve 114. (şubat, mart 1967) sayılarında da topluluğun bir tür geciken bildirisi olarak dört madde halinde yayımlanmıştır:
1. “sanatçının dili yaşayan dil olmalıdır”. aksi takdirde, ister eski, ister yeni olsun, ölü kelimelerden doğan her eser yeni nesilleri birbirinden ayırır. türk sanatına ve kültürüne olumlu katkıda bulunamaz.
bu ilkeyle ilgili olarak hisarcıların, özellikle birinci yeni ve ikinci yeni sanatçılarına yönelttikleri eleştiriler şöyle sıralanabilir: ağza alınmayacak kadar kaba ve çirkin kelimeleri bol bol kullanmak, dil akışına uymayan uydurma kelimeleri inatla ve ısrarla kullanmak, büyük harf-küçük harf kurallarına boş vermek, noktalama işaretlerini kaldırmak, cümle tekniğine kulak asmamak.
2. “sanatçı bağımsız olmalıdır”. zira, onun eseri, siyasî sistemlerin de, ekonomik doktrinlerin de propaganda aracı değildir.
3. “sanat milli olmalıdır”. çünkü kendi milletinden kopmuş bir sanatın milletlerarası bir değer kazanması beklenemez.
4. “sanatta yenilik asıldır”. ne var ki, bu yenilik arayışı eskinin ret ve inkârı şeklinde yorumlanmamalıdır. dünden kuvvet alarak yarın da kolay kolay eskimeyecek bir yenilik anlayışı ilke edinilmiş; mutlaka serbest şekilli şiir yazmak, şiiri nesre ve hikâyeye yaklaştırmak, heceyi ve aruzu ölü vezinler olarak görmek gibi ısrarcı yaklaşımların doğru olmadığı savunulmuştur.
toplumcu gerçekçi, garip ve ikinci yeni gibi şiir hareketlerini de açlığı ve sefaleti dile getirdikleri, gençliğin cinsel arzularını kamçıladıkları, amaçlı olarak aile ve diğer toplumsal kurumları hiçe saydıkları tezleriyle eleştirmişlerdir.
hisarcılar, türk şiirinde görülen yenilik hareketlerinde sanatçıların “dil, şekil ve konu” karşısındaki tutumlarını belirleyen iki kutup olduğunu savunurlar. bu kutuplardan birini, her faklılaşma ve değişmeyi şiirde yenilik sayanlar; diğerini de, -tek başına kendilerinin temsil ettiğine inandıkları- bu görüşün tersini savunanlar oluşturmaktadırlar.
www.izedebiyat.com
hisarcılar, derginin ilk sayısında yayımlanacak bir bildiriyle “neler yapacaklarını açıklamak” yerine, zaman içerisinde “neler yapacaklarını gösterme”nin daha doğru olacağına inanmışlardır. 26 aralık 1966’da ankara radyosu’nca hazırlanan bir programda derginin sanat anlayışını ve belli başlı ilkelerini ortaya koyan açıklama, derginin kuruluşundan 17 yıl sonra yapılmıştır. hisar’ın kuruluşunun, sorunlarının, dil anlayışının ve sanat ilkelerinin tanıtıldığı programa dergiyi temsilen munis faik ozansoy, mehmet çınarlı, ilhan geçer, mustafa necati karaer, gültekin samanoğlu ve nevzat yalçın katılmışlardır.
“radyoda hisar saati” programında açıklanan bu ilkeler, daha sonra hisar dergisinin 113. ve 114. (şubat, mart 1967) sayılarında da topluluğun bir tür geciken bildirisi olarak dört madde halinde yayımlanmıştır:
1. “sanatçının dili yaşayan dil olmalıdır”. aksi takdirde, ister eski, ister yeni olsun, ölü kelimelerden doğan her eser yeni nesilleri birbirinden ayırır. türk sanatına ve kültürüne olumlu katkıda bulunamaz.
bu ilkeyle ilgili olarak hisarcıların, özellikle birinci yeni ve ikinci yeni sanatçılarına yönelttikleri eleştiriler şöyle sıralanabilir: ağza alınmayacak kadar kaba ve çirkin kelimeleri bol bol kullanmak, dil akışına uymayan uydurma kelimeleri inatla ve ısrarla kullanmak, büyük harf-küçük harf kurallarına boş vermek, noktalama işaretlerini kaldırmak, cümle tekniğine kulak asmamak.
2. “sanatçı bağımsız olmalıdır”. zira, onun eseri, siyasî sistemlerin de, ekonomik doktrinlerin de propaganda aracı değildir.
3. “sanat milli olmalıdır”. çünkü kendi milletinden kopmuş bir sanatın milletlerarası bir değer kazanması beklenemez.
4. “sanatta yenilik asıldır”. ne var ki, bu yenilik arayışı eskinin ret ve inkârı şeklinde yorumlanmamalıdır. dünden kuvvet alarak yarın da kolay kolay eskimeyecek bir yenilik anlayışı ilke edinilmiş; mutlaka serbest şekilli şiir yazmak, şiiri nesre ve hikâyeye yaklaştırmak, heceyi ve aruzu ölü vezinler olarak görmek gibi ısrarcı yaklaşımların doğru olmadığı savunulmuştur.
toplumcu gerçekçi, garip ve ikinci yeni gibi şiir hareketlerini de açlığı ve sefaleti dile getirdikleri, gençliğin cinsel arzularını kamçıladıkları, amaçlı olarak aile ve diğer toplumsal kurumları hiçe saydıkları tezleriyle eleştirmişlerdir.
hisarcılar, türk şiirinde görülen yenilik hareketlerinde sanatçıların “dil, şekil ve konu” karşısındaki tutumlarını belirleyen iki kutup olduğunu savunurlar. bu kutuplardan birini, her faklılaşma ve değişmeyi şiirde yenilik sayanlar; diğerini de, -tek başına kendilerinin temsil ettiğine inandıkları- bu görüşün tersini savunanlar oluşturmaktadırlar.
www.izedebiyat.com
garipçiler, cumhuriyet dönemi türk şiirinin beş hececiler e başlayıp yedi meşaleciler, toplumcu gerçekçiler, hisarcılar, ikinci yenicilerle devam eden yenileşme arayışlarında modern şiirin kuruluşuna yaptıkları katkıların önemi bakımından, birçok edebiyat tarihçisi ve eleştirmeni tarafından ilk sıraya yerleştirilmektedirler.
orhan veli kanık, oktay rifat horozcu ve melih cevdet anday’ın ilk örneklerini varlık dergisinde vermeleriyle başlayan ve 1941’de garip kitabının önsözüyle birlikte bir akıma dönüşen bu hareket, 1940 kuşağı sanatçılarına da sıçrayarak hızla yaygınlaşmıştır.
garip şiiriyledir şiirin sorunları, dili, yapısı tartışılır oldu. şiir, gündelik yaşamın ta içine girdi. gündelik dile yaslanan, şiiri ‘nazenin bir balon’ olmaktan kurtarıp sıradan insanların kullanımına sunmak isteyen, cemal süreya’nın deyimiyle “şiiri sokağa çıkaran, şiire kasket giydiren”, ya da cansever’in sözleriyle “insanı, hayal dünyasından hayattaki yerine aktaran” bir şiirin yolu açılmış oldu.
türk şiir diline ve yapısına geniş açılımlar getiren ve yeni bir bakış açısı kazandıran garip akımı, kendisinden önceki yenilik arayışlarında şiirin iki ayrı unsuru gibi görülen “biçim”in ve “öz”ün beraber ele alınması gerektiğini göstermiş ve sonraki kuşaklara sağlam bir şiir zemini hazırlamıştır.
www.izedebiyat.com
orhan veli kanık, oktay rifat horozcu ve melih cevdet anday’ın ilk örneklerini varlık dergisinde vermeleriyle başlayan ve 1941’de garip kitabının önsözüyle birlikte bir akıma dönüşen bu hareket, 1940 kuşağı sanatçılarına da sıçrayarak hızla yaygınlaşmıştır.
garip şiiriyledir şiirin sorunları, dili, yapısı tartışılır oldu. şiir, gündelik yaşamın ta içine girdi. gündelik dile yaslanan, şiiri ‘nazenin bir balon’ olmaktan kurtarıp sıradan insanların kullanımına sunmak isteyen, cemal süreya’nın deyimiyle “şiiri sokağa çıkaran, şiire kasket giydiren”, ya da cansever’in sözleriyle “insanı, hayal dünyasından hayattaki yerine aktaran” bir şiirin yolu açılmış oldu.
türk şiir diline ve yapısına geniş açılımlar getiren ve yeni bir bakış açısı kazandıran garip akımı, kendisinden önceki yenilik arayışlarında şiirin iki ayrı unsuru gibi görülen “biçim”in ve “öz”ün beraber ele alınması gerektiğini göstermiş ve sonraki kuşaklara sağlam bir şiir zemini hazırlamıştır.
www.izedebiyat.com
(bkz: garip akimi)
film esnasinda bir yan koltuğa geçmeye çalişirken oturacağiniz koltuğun kapanmasi ve yere oturuvermeniz.arka siradakileri gayet eğlendiren bir eylemdir...
toplumcu gerçekçilik, devletin resmî sanat görüşü olarak rusya’da ortaya çıkan ve ana ilkeleri, 1934’te toplanan sovyet yazarlar birliği’nin birinci kongresi’nde saptanan bir sanat ve edebiyat akımıdır. estetik bir sistem halinde kurulmamış, kongrede tespit edilen ilkelerin zamanla geliştirilmesiyle sistemleşmiştir. sanatın ne olduğu sorusundan çok, ne olması gerektiği sorusuna cevap veren bir akımdır.
türk şiirinde toplumcu gerçekçi anlayış, nâzım hikmet’in öncülüğünde başlamış ve garip şiirini yeterince toplumcu bir şiir olarak görmeyen, hatta gerici bir tutumun ürünü kabul eden 1940 kuşağı şairlerinin şiirleriyle yaygınlık kazanmıştır. bu akımın başlıca temsilcileri arasında
izzettin dinamo
rıfat ilgaz
cahit irgat
niyazi akıncıoğlu
fethi giray
suat taşer
faruk toprak
şükran kurdakul
enver gökçe
mehmet kemal ve
arif damar’ın adları sayılabilir.
www.izedebiyat.com
türk şiirinde toplumcu gerçekçi anlayış, nâzım hikmet’in öncülüğünde başlamış ve garip şiirini yeterince toplumcu bir şiir olarak görmeyen, hatta gerici bir tutumun ürünü kabul eden 1940 kuşağı şairlerinin şiirleriyle yaygınlık kazanmıştır. bu akımın başlıca temsilcileri arasında
izzettin dinamo
rıfat ilgaz
cahit irgat
niyazi akıncıoğlu
fethi giray
suat taşer
faruk toprak
şükran kurdakul
enver gökçe
mehmet kemal ve
arif damar’ın adları sayılabilir.
www.izedebiyat.com
cumhuriyet sonrası türk şiirinin bir beyannameyle ortaya çıkan ilk topluluğu olan yedi meşaleciler (1928), ortak çıkardıkları şiir kitaplarının başına bir mukaddime koyarak “son zamanların renksiz ve dar ayşe, fatma terennümünü” sürdürmeyeceklerini, şiirin artık konu bakımından değişmesi ve genişlemesi gerektiğini savunmuşlardır.
kitaba şiir veren yedi gençten ötürü sabri esat tarafından “yedi meşaleciler” adı verilen topluluğun üyeleri;
muammer lütfi bahşi,
vasfi mahir kocatürk,
kenan hulusi koray,
yaşar nabi nayır,
ziya osman saba,
sabri esat siyavuşgil,
cevdet kudret solok’tur.
edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılanan topluluk, yusuf ziya ortaç’ın da teşvikiyle, on beş günde bir yayımlanan “meşale” adında bir dergi de çıkarmıştır. kenan hulusi yönetiminde çıkan ve sanat anlayışından dolayı ahmet haşim’in de desteklediği ve yazılar verdiği dergi, sekiz sayı çıkarılabilmiştir.
ortak şiir kitapları olan yedi meşale’nin önsözünde, “kariler aynı his ve fikirlerin değiştirile değiştirile kendilerine sunulmasından bıktılar, usandılar. işte biz edebiyatta bu çürük zihniyetle mücadele etmek istiyoruz” diyen topluluk üyeleri, süregelen şiir anlayışını biçimden çok içerik ve duyuş tarzı yönüyle eleştirmişlerdir. aşk, aile sevgisi, yaşama sevinci, çocukluk günlerine özlem gibi temaları yeni mecaz ve söyleyişlerle işleyerek şiire sokmuşlar; hece ve kafiye bakımından geleneğe bağlı kalmışlardır.
“memleketçi edebiyatçılar”ın elinde kısırlaştığına inandıkları şiire bir açılım getirmek üzere, “canlılık, samimiyet ve daima yenilik” parolasıyla bir araya gelen yedi meşaleciler, ziya osman saba dışındaki üyelerinin şiiri bırakıp edebiyatın diğer türlerine yönelmelerinin de etkisiyle, önemli bir yenilik getiremeden dağılmışlardır.
http://www.izedebiyat.com
kitaba şiir veren yedi gençten ötürü sabri esat tarafından “yedi meşaleciler” adı verilen topluluğun üyeleri;
muammer lütfi bahşi,
vasfi mahir kocatürk,
kenan hulusi koray,
yaşar nabi nayır,
ziya osman saba,
sabri esat siyavuşgil,
cevdet kudret solok’tur.
edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılanan topluluk, yusuf ziya ortaç’ın da teşvikiyle, on beş günde bir yayımlanan “meşale” adında bir dergi de çıkarmıştır. kenan hulusi yönetiminde çıkan ve sanat anlayışından dolayı ahmet haşim’in de desteklediği ve yazılar verdiği dergi, sekiz sayı çıkarılabilmiştir.
ortak şiir kitapları olan yedi meşale’nin önsözünde, “kariler aynı his ve fikirlerin değiştirile değiştirile kendilerine sunulmasından bıktılar, usandılar. işte biz edebiyatta bu çürük zihniyetle mücadele etmek istiyoruz” diyen topluluk üyeleri, süregelen şiir anlayışını biçimden çok içerik ve duyuş tarzı yönüyle eleştirmişlerdir. aşk, aile sevgisi, yaşama sevinci, çocukluk günlerine özlem gibi temaları yeni mecaz ve söyleyişlerle işleyerek şiire sokmuşlar; hece ve kafiye bakımından geleneğe bağlı kalmışlardır.
“memleketçi edebiyatçılar”ın elinde kısırlaştığına inandıkları şiire bir açılım getirmek üzere, “canlılık, samimiyet ve daima yenilik” parolasıyla bir araya gelen yedi meşaleciler, ziya osman saba dışındaki üyelerinin şiiri bırakıp edebiyatın diğer türlerine yönelmelerinin de etkisiyle, önemli bir yenilik getiremeden dağılmışlardır.
http://www.izedebiyat.com
(bkz: yedi mesaleciler)
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?